Dünya Kupası, sürprizlere sahne olmaya devam ediyor. Favori kabul edilen İspanya, Portekiz gibi ülkeler peş peşe elenirken yarı finalde seyredeceğimiz dört takımdan ikisi, beklenenin çok üzerindeki performanslarıyla şaşırtıyor. Haliyle “Nedir bu işin sırrı?” sorusu da çok soruluyor.
O sürpriz takımlardan biri de Hırvatistan. Son olarak Brezilya’yı turnuvadan eleyen Hırvatistan’ın sırrını en iyi bilenlerden biri, geçtiğimiz yıllarda Beşiktaş ‘ı da çalıştıran teknik direktör Slaven Bilic. 90’lı yılların sonlarında Hırvatistan Milli Takımı’nın defansında adından söz ettiren, ilerleyen dönemde takımın başına da geçen Bilic, The Athletic için kaleme aldığı yazıda Hırvatistan’ın başarısının arka planını anlattı. İşte Bilic’in yazısından önemli satır başları:
1998 yılında Brezilya’yı yenmek çok gurur vericiydi. Yarı finale çıkıp ülkemize döndüğümüzde çoğunluk, “Bir daha asla yapamazlar, hiç şansları yok” diyordu.
Ardından Rusya 2018 geldi. İnanılmaz ama millilerimiz, 98’deki takımımızdan da iyi bir performans sergileyip finale çıktı. Ardından yine aynı kişiler, “Bundan fazlasını yapamazlar” diye konuştu.
Ve Katar… Üçüncü kez yarı finaldeyiz.
Kupa tarihinde kaç ülke üst üste iki turnuvada yarı finale çıkmıştır, bilmiyorum. Peki büyük ülkeler bile bunu yapamazken bizim ölçülerimizde bir ulus (Hırvatistan’ın nüfusu 4 milyonun altında) bunu nasıl yaptı?
Yetenekli olduğumuz ortada, orası kesin, ama ondan fazlası var. Fiziksel ve zihinsel olarak iyi durumdayız ve takım sporlarında çok iyiyiz. Basketbolda, hentbolda ve sutopunda da dünyanın en iyilerinden biriyiz.
Meselenin arkadaşınızla yardımlaşmak olduğu, bireylerden ziyade grubun başarısının öne çıktığı o tür sporlarda işimize yarayan birlik ve beraberlik duygumuz var.
Küçük bir ülke olduğumuz için oyuncularımız 10-11 yaşlarından itibaren bir arada büyüyor. Çoğu Dinamo Zagreb’de ve Hajduk Split’te oynuyor, yani birbirlerini tanıyorlar. Benim de parçası olduğum 1998 kadrosunda, Zvonimir Boban, Dinamo Zagreb’de oynuyordu. Ben de Hajduk Split’teydim. Ekipteki 8-9 kişi daha Hajduk Split’ten geliyordu. Boban’ı 10 yaşından beri tanıyordum. Takım arkadaşı değildik biz, arkadaştık.
Büyük liglerin ve büyük kulüplerin olduğu büyük ülkelerde, bazen o kadar dostane ilişkiler kurulamıyor. Örneğin İngiltere Milli Takımı’nın bazı oyuncularının bana anlattığına göre, kampta Yemek saatlerinde Chelsea masası, Manchester United masası, Liverpool masası diye ayrılıyorlarmış. Hırvatistan’da durum böyle değil. Futbolcular sadece milli takım için bir araya geldikleri zamanlarda değil neredeyse her gün iletişim halinde.
İyi antrenörlerimiz ve akademilerimiz de var. Benim futbola başladığım dönemde 10 yaş altı okulları vardı. Şimdilerde 7 yaş altına kadar indi bu sınır. Ancak bir de emekli futbolcuların açtığı özel okullar var. Buralarda çocuklar 5 yaşından itibaren eğitimlerine başlıyor.
Hırvatistan’da antrenmanlar hiç bitmiyor. Benim sahaya adım attığım dönem olan 80’lerin başlarında (o zamanlar Yugoslavya henüz dağılmamıştı) günümüzün yarısını okulda, yarısını antrenmanda geçirirdik.
Hajduk Split’e ya da Dinamo Zagreb’e katılıyorsunuz, kendi şehrinizde 10 yaş altı şampiyonasında ter döküyorsunuz. Daha sonra 14-15 yaşlarına geldiğinizde başka şehirlerdeki akranlarınızla oynamaya başlıyorsunuz. Bir yandan da her gün antrenman yapıyorsunuz. Çok ciddi bir eğitim bu.
Eski zamanlarda oyunculara 11-12 yaşlarındayken çok fazla taktik öğretilmiyordu. Sadece yeteneğe ne tekniğe odaklanılıyordu.
Her gün en az yarım saatimizi bir duvarın karşısında geçiriyorduk. Duvara doğru bir sol ayak pası, sonra sağ ayak, sol, sağ, tek temas, top kontrolü; hepsi duvara karşı… Sonra topu yerden 10 santimetre kadar yükseğe bir ipin ucuna asıp yeniden duvara pas… Sekerse yandınız. Sürekli ama sürekli alıştırma yapıyorduk.
Bir kişi oyundaki yerini bulabilmek için savaşmalıdır. Ve futboldaki yerine dair soruları nasıl cevaplayacağını öğrenmelidir. Bir teknik direktör olarak, eğer bir oyuncu sizden her şeyi nasıl yapacağını söylemenizi bekliyorsa, nasıl şut atmasını, nasıl pas vermesini, penaltıyı nasıl kullanması gerektiğini de söylemenizi bekleyecektir.
Hırvatistanlıların iyi olmasının sebeplerinden biri bu. Bizim ülkemizde böyle şeylere yer yok. Nihayetinde her şey size bağlı.
Hırvatistan hiç parası olmayan ya da oynayacak sahası bulunmayan ve bu nedenle çocuklarının hiç şansı olmayan bir ülke değil. Yeterli sayıda tesisimiz var. Futbolcularımızın ayaklarında kramponları, fena durumda olmayan sahaları var. Fazla gelişmiş olmasa da maçları analiz edebilen bilgisayarlarımız var.
Ama aynı zamanda bunların hiçbirinin fazlası da yok. Bu da öğrenmek zorunda olduğunuz anlamına geliyor. Ve bir şeyleri kendi kendinize elde etmeniz gerektiği anlamına… Bu bizim mantığımızın önemli bir kısmını oluşturuyor.
Hırvatistan’da futbol dünyasına adım atmak isteyen yeni bir insan dalgası var ama ben durumun olduğu gibi kalmasını isterim çünkü bir şeylerin zor yoldan elde edilmesinden yanayım. Bir şeyler önünüze hazır gelmemeli. Almanya örneğine bakın. Tıpkı 2018’de olduğu gibi bu yıl da kupadan çok erken bir aşamada elenmeleri benim için sürpriz olmadı.
Hırvatistan’da bir deyiş vardır. “Baharatı lezzetli ama çok fazla” deriz. Her şey çok fazla.
Örneğin forvetlerin şut antrenmanlarında, beklerinizi orta yapsınlar diye kanatlara koyarsınız. Ama günümüzde forvetlere otomatik olarak orta yapan ekipmanlar geliştirildi. Bu çok fazla.
Hırvatistan’ın bu yıl yarı finale çıkmasını bu kadar şaşırtıcı yapan önemli noktalardan biri, takımın orta saha oyuncuları seviyesinde (yani en üst düzey) bir forvetten yoksun olması. Bizim bir forvetimiz yok; onun yerine dört forvetimiz var. Biri Dinamo Zagreb’de, biri Hajduk Split’te, biri Osasuna’da (geçen sezon La Liga’yı 10’uncu tamamladılar) oynuyor. Dördüncü kişi ise Andrej Kramaric ve o da daha ziyade bir ikinci forvet.
Zlatko Dalic inanılmaz bir iş yaptı. İnsanlar Dalic’in Avrupa’daki teknik direktörlük kariyeri pek parlak olmadığı için böyle diyordu. Ama Dalic, Avrupa’nın ardından Ortadoğu’ya gitti ve iyi bir iş çıkardı. Daha sonra insanlar 2018’deki Dünya Kupası’nın tek seferlik bir şey olduğunu söylemeye başladı. Bu başarının Dalic’e değil, yeni nesil oyunculara, Luka Modric’e ait olduğunu öne sürdüler. Elbette nihayetinde başarı her zaman oyunculara ait ama oyuncuların başarabileceklerine inanmaları gerekiyor. Dalic’in aynı şeyi bir kere daha yapabilmiş olmasını tarif edecek kelime bulamıyorum.
Dalic, takıma o sükuneti ve inancı getiren kişi. Bağırıp çağırmıyor, “Ya dediğimi yaparsınız ya da kapı orada” demiyor. Çok akıllı, çok iyi ve çok sakin. Etrafına sükunetle enerjinin karışımı olan bir şey yayıyor.
Brezilya maçını da penaltılarla almış olmak bize şunu gösterdi: Evet, penaltı atışlarında şans çok önemli bir faktör ama oyuncularımızın soğukkanlılığı da takdire şayan. Sanki antrenman sonrası “5 atan kazanır” oynuyor gibiydiler.
Rusya’da yapılan bir önceki Dünya Kupası’nın son 16 turunda Danimarka’yı, çeyrek finallerde de Rusya’yı, penaltılarla geçtik. Bu yıl son 16’da Japonya’yı, çeyrek finalde ise Brezilya’yı, yine penaltılarla devirdik. Penaltı atışları için sabırsızlanıyoruz.
Brezilya’yı yenmeyi beklemiyordum. Brezilya’ya karşı 5-6 maç oynasak, bunların 3 ya da 4 tanesini kaybeder 1 ya da 2 tanesinde berabere kalır, bir maçı kazanırız. Bu maç, o maçtı.
Ancak bu akşamki yarı final müsabakasında Arjantin’i yenmeyi çok arzuluyorum. Biz daha iyi bir takımız. Modric’le, Marcelo Brozovic’le, Mateo Kovacic’le turnuvanın en iyi orta sahasına sahibiz. Maçı çok iyi idare ediyorlar, akışı diledikleri gibi hızlandırıp yavaşlatabiliyorlar ve karşılarında hangi takım olursa olsun topu kaptırmıyorlar.
Arjantin iyi bir takım ama tamamen Lionel Messi’ye bel bağlamış durumdalar. (Messi dünyanın en iyisi olsa bile durum böyle.) Arjantinliler uzatma dakikalarına hazırlıklı olmalı ve tabii penaltılara da…
Hürriyet, The Athletic’in “Slaven Bilic: Croatia’s secret? Thinking for ourselves – and no cliques” başlıklı haberinden derlemiştir.